1 Ekim 2014 Çarşamba

BÜYÜK BALIK AVI

Sabah saat 04.30'da herkesin uykusunun en ağır ve zevkli olduğu anda uyanmış hazırlanıyordum.Dışarısı zifiri karanlık, telefonumda bir mesaj "geldim”. Az sonra televizyonlarda gördüğümüz , burnumuzun dibinde olan , bugüne kadar varlığından haberimizin olmadığı büyük balık avı için yoldaydık. İkimizde inanılmaz heyecanlıydık. Adrasan'a vardığımız da hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. İnanılmaz bir manzaraydı, o anı görmek , o çam ormanlarının kokusunu içine çekmek için bile erken kalmaya, o kadar yola değerdi.

Teknemizle küçük dalgalar yaratarak koydan uzaklaşırken bir taraftan da balık avında neler yapmamız gerektiğini dinliyorduk. Daha yeni oltalarımızı suya bırakmıştık ki ilk palamut oltamıza takıldı. 15 dakika içinde 6 tane derya kuzusu palamut kovamızdayken , Menderes bey “ artık büyük balık için hazırız dedi”. Az sonra biz oltalarımızı toplarken, kendisi büyük balık avı için palamutu yem olarak hazırlıyordu. Bizim düne kadar tutup eve götürdüğümüzde böbürlendiğimiz palamutlar sadece bir yem olacaktı.

İlk oltayı Necati attı , yaklaşık yarım saat güneşin doğuşunu izleyip, Adrasan'ın koyu lacivert berrak sularında dolaşırken ara ara oltamızın tırtıklandığını hissettik. Artık yem kalmadı çekelim mi, bakalım mı derken bir anda bir ses duyuldu “aldım”. Oltamız hızla aşağı gitmeye başladı, inanılmaz bir güç ve sesti. Artık mücadele başlamıştı. Bu savaşı ya o, ya biz kazanacaktık. Her iki tarafta kararlıydı. Önce balığı biraz açığa sürükledik ve oltamızı yavaş yavaş sarmaya başladık. Bazen biz sardık onu yukarı çektik , bazen o hızlıca geri çekti. Yaklaşık 15 – 20 dakikanın sonunda o muhteşem parlaklık göründü. Tekneye aldığımızda yaklaşık 6 kiloluk bir akya tutmuş olduğumuzu gördük. Bu Necati'nin trofesiydi (balıkçılıkta; kişinin o güne kadar tuttuğu en büyük balık). Necati gördünüz mü hiç videolardaki gibi olmadı 2-3 dakikada çektim deyince gülmeye başladık. Çünkü balığı çekerken zaman zaman ciddi zorlanmasını , sol koluna kramplar girmesini çok çabuk unutmuştu.
Bu sefer sıra bendeydi ,ikinci palamutu takıp tekrar dolaşmaya başladık. Ama ben o kadar şanslı bir günümde değildim. Yarım saatin sonunda oltama takılan yaklaşık 3 kg'lık bir balon balığıydı. Sıra tekrar Necati'ye gelmişti. Bir taraftan kahvaltımızı yapıyor, bir taraftan sohbet ediyorduk ki ilkinden çok daha büyük bir vınlama sesiyle olta salınmaya başladı. Durdurmak mümkün değildi. Bu sefer oltayı çekmem , o heyecanı yaşamam için Necati bana uzattı. Hatta sonra bu hareket günün esprisi oldu “ oğlum al çek oltayı”. Bu sefer benim balıkla savaşım başlamıştı. Ne kadar oltayı sarmaya çalışsam da olta sürekli balıktan tarafa gidiyordu. Bir taraftan balığı açığa sürüklemeye çalışıyor, bir taraftan da misinayı gergin tutmaya çalışıyorduk. Yaklaşık 5-10 dakikalık savaşın sonunda bu sefer kazanan balık olmuştu. Elbette kaçan balık büyük olur. Yoksa nasıl kaçabilsin.
Birkaç saat daha dolandıktan sonra Adrasan'a döndük. Kıyıya vardığımızda artık gün iyice ağırmış, insanlar denize girmeye başlamıştı. Elimizdeki kocaman balığı gören birçok kişi hayranlıkla yanımıza geldiğinde biz büyük avcıların koltukları da tekrar kabarmıştı.
Denizin üstünde ,temiz havada, dünyanın tüm kirliliklerinden uzakta doğayla geçen bir günü kocaman bir akya ile taçlandırmak ise günün ödülüydü. Büyük balıkçıların günü elbette ailelerimizle balık restoranında bitti.

EVEREST'İ HİSSETMEK


Everest'in ismini telafuz etmek bile insanı etkiler. Hele hele ona tırmanmak , dünyanın zirvesinde olmak , 8.800 metrenin üzerine çıkmak. Bunlar birçok insan için sadece hayal edilebilir.

Everest zirve tırmanışı Tibet veya Nepal tarafından hava şartlarına bağlı olarak yılda 20 veya 30 kere yapılabiliyor. Bir tırmanışta da ortalama 8 -10 kişi olabiliyor. Çıkış süreci ortalama 1 – 1,5 ay sürüyor. İlk önce 5.350 metredeki ana kampa ulaşıyorsunuz ,bunun anlamı Ağrı dağının zirvesinden tırmanmaya başlamak demek. Vücudunuz alışması için birkaç gün kaldıktan sonra bir sonraki 1. kamp bölgesine yürüyüşler başlıyor. Çıkıp iniyorsunuz, daha sonra vücudunuzun kan hücre sayısını arttırmak için 700-800 metredeki yakın şehirlerden birisine iniyorsunuz. Birkaç gün konakladıktan sonra geri dönüp 1. kamp-2. kamp arası iniş çıkışlar başlıyor. Daha sonra ana kampa dönüş, yeni hedef 2.kamp-3.kamp arası iniş çıkışlar. Ana kampa bazen daha aşağı inip tekrar vücudun dengelenmesini beklemek. 3.-kamp -4. kamp arası tırmanışlar, tekrar daha aşağılara iniş ve 4.kamptan zirve tırmanışı. İnsanoğlunun fiziksel ve psikolojik tüm limitlerini zorlayan, inanılmaz düzeyde adrenalin salgılanmasına neden olan , tüm dağcıların haç ziyareti olarak tanımladığı Everest'in zirvesine ulaşmak. Bir kişinin tırmanış maliyeti ortalama 100-150 bin amerikan doları.

İnsan tüm bunları dinlerken, okurken bile insan kanının çekildiğini, havadaki oksijenin azaldığını , soğuğun yavaş yavaş kemiklerine işlediğini ve rüzgardan kirpiklerinin donmaya başladığını hissediyor. En azından ben Kathmandu'da eski şehirdeki bir cafede oturup yerel rehberimizle bu tırmanışın kısa hikayesini dinlerken öyle hissetmiştim.

Peki ben nasıl ulaşabilirdim zirveye, nasıl onu hissedebilirdim. Ne zamanım, ne o kadar param, ne de o kadar fiziksel gücüm vardı. Rehberimiz neden uçakla etrafından dolaşmıyorsunuz dedi.Ben kararsızken, eşim “evet mutlaka görmek istiyoruz” diye atıldı. Telefonla rezervasyonlarımız yapıldı. Sabah 5'de otel lobisinde olmak üzere ayrıldık. Sabah gün ağırırken Tribhuan havalanına doğru yola çıktık. Bizim için çok erken bir saat olmasına rağmen asyadaki birçok ülke gibi hayat çok erken saatlerde başlamış, yollar işe, okula gidenlerle doluydu.

Havaalanına gelince aracımız iç hatlar yönüne döndüğünde bizi oldukça bakımsız bir yoldan

Türkiye'nin çok eski yıllardaki şehir otogarlarına benzeyen bir binaya götürdü. Biletlerin satıldığı binanın dışında kırık dökük sandalyelerde rehberimizin biletlerimizi getirmesini bekledik.

Biletlerimizi alıp, güvenlik kontrolünden geçip iç hatlar salonunda beklemeye başladık. Bizim gibi uçağı bekleyen diğer turistlerle sohbet etmeye başladık. Amerika'lı çift tam 4 gündür sabah erkenden kalkıp gelip, bekleyip, kahvelerini içip geri dönüyorlarmış. Çünkü Everest'in zirvesi nazlı gelin gibi size her zaman yüzünü göstermiyor. Tur şirketleri de Everest'i gösteremezse ücreti geri ödeyeceği için garanti görüş olmadan havalanmıyor. Yaklaşık 1 saatlik beklemenin sonunda mutlu haber o yöne uçuş yapan iç hatlar pilotlarından geldi, “Everest bizi bekliyor”.
Turu yapan iki şirket var. Bizim şirketimizin adı “Yeti Airlines” .Her ikisi de benzer uçakları kullanıyorlar, uçaklar diğer zamanlarda iç hatlar uçuşu yapıyor. Uçağımız 20 kişilik, ufak , pervaneli. 10 koltuk sağda, 10 solda. Çok uzun boylu olmamama rağmen ben uçağın içinde dik olarak ayakta duramıyordum. Uçağa binince hostesimiz uçağın güvenlik kurallarını anlatıp, şekerlerimizi ikram etti. Artık havalanmaya hazırdık. Yavaş yavaş uçak pistten ayrılmaya başladığında herkesin yüzünde Everest'i görecek olmanın heyecanı ve aynı zamanda bu uçakla sağ salim geri dönebilecek miyiz endişesi çok net okunuyordu. Kathmandu – Everest arası yaklaşık 160 km. Uçağımız havalandığında yavaş yavaş Himalayaların muhteşem manzarası pencerelerimizden görünmeye başladı. Biz sağa sola bakınırken ne kadar geçtiğini bile anlamadan pilotumuz Everest'in göründüğünü ve sol tarafa bakmamızı söyledi. Eşimin o andaki heyecanı ve “Everest , Everest” deyişi inanılmazdı. Daha da yaklaştığımızda pilot sırayla hepimizi kokpite aldı, Everest'in fotoğraflarını çektik ve koltuklarımıza döndük. Tekrar etrafından bir tur attıktan sonra dönüş yolunda Himalayaların üzerinde süzülürken hem o muhteşem manzarayı hem de uzaklaşan Everest'i izledik.
Onu görünce Nepal'de yerel adı "Sagarmatha" olan Everest'e neden "Dünyanın Ana Tanrıçası" denildiğini,o inanılmaz meşakkatli tırmanışı, bu uğurda hayatlarını kaybedenleri ve bunu hayal edenlerin neden bu kadar arzulu olduğunu açıkça anlayabiliyorsunuz. Budizm, dağlar ve soyut değerler Nepal'de öylesine bir arada yoğrulmuş ki her noktasında içinizi sadece huzur kaplıyor.