18 Aralık 2014 Perşembe

TAJ MAHAL AŞK MI HÜZÜN MÜ ?

Uttar-Paradesh, ülkedeki en büyük üçüncü eyalet. Bağımsızlıktan beri ülkenin politika ve kültüründe çok önemli yeri var, başbakanların yarıdan fazlası bu eyaletten çıkmış. Ganj nehri eyaletten geçer ve ülkemizde de ölü yakma törenleri nedeni ile yaygın olarak bilinen Varanasi şehri de bu eyalette.
Yakın dönemde Babil İmparatorluğu'nun bir kısmını oluşturur. Babil’in başkenti ( Agra şehri günümüzde) Taj Mahal, Agra Fort ve Fatehpur Sikri gibi UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Babür dönemine ait üç büyük yapı ile Agra şehri en çok turist alan bölgelerden biri.
Büyük Mahabhanata Destanı'nda Agra bölgesi “Agraban” (Tanrı Krishna 'nın ülkesi Bri, Bhumi'nin bir parçası) olarak tarif edilir. Şehir eski tarihini ayakta tutmakla bir kere ziyaret edenin hafızasından asla çıkmayacak bir anı yaratıyor. Şehir Ganj'ı besleyen kollardan birisi olan Yamuna nehrinin kıyısına kurulmuş.
Şehre hava, kara ve demir yolu ile ulaşılabiliyor. Karayolu ile Delhi'den 6 saat uzaklıkta. Yeni yapılan ücretli yoldan gidilince eskisi gibi inekler için yolda durmak gerekmiyor, yol 4-5 şeritli, son derece konforlu.
Temiz, lezzetli ve hijyenik yiyecek açısından en uygunu 5 yıldızlı otellerde konaklamak ( gecelik 2 kişi için 150-200 TL civarında) ama elbette her bütçeye uygun otel bulmak mümkün.
Hepimizin son derece iyi bildiği ve aşk anıtı kabul edilen Taj Mahal şehrin incisi, hemen hemen tüm şehirden görülebilecek şekilde yükseğe yapılmış. Yamuna nehrinin kıyısına Agra Fort'un (Agra Kalesi) tam karşısına inşa edilmiş. Saf mermerden 20 bin kişinin çalışması ile 22 yılda tamamlanan anıt mezarı Şah Cihan erken yaşta vefat eden karısı Mümtaz Mahal 'in son dileğini yerine getirmek için yaptırmış. Şah Cihan ve karısı Mümtaz Mahal'in mezarları yapının içerisinde mermerden yapılmış bir dantelle çevrelenmiş halde yanyana.
Taj Mahal’in süslemeleri değerli ve yarı değerli taşlarla mermer içine oyularak yapılmış bizdeki sedef kakma işçiliğinin mermere işlenmiş hali gibi. Son derece sert olan mermeri bu şekilde işleyebilmek mucize gibi. Daha sonra gittiğimiz atölyede işlemelerin nasıl yapıldığını görme fırsatımız oldu. İnanılmaz bir emek. Bu işlemeleri bugün yapanların Taj Mahal'in yapımında çalışan ustaların soyundan geldiğini söylüyorlar. Günün her saatinde hatta saniyesinde farklı bir ışık saçan anıtı ziyaret etmek için en uygun saatler gün doğumu ve gün batımı. Biz gün doğumunda ziyaret için sabah 04.30 da uyanıp 5'de otelden ayrıldık. Kapı açıldığında içeri giren ilk turistlerdendik. Hem sıcak açısından, hem kalabalık olmadan hem de mükemmel manzara için saatimizin doğru seçim olduğunu gördük. Dış kapıdan içeri girer girmez önümüze açılan muhteşem manzara unutulmazdı. Taj Mahal bütün güzelliğiyle parlıyordu. Kendimi tutamayarak rehberimize “ ne büyük aşkmış” dedim. O da bana “gerçek aşk” dedi. İçimden “günümüzde böyle aşklar mümkün mü?” diye düşündüm.
Tüm turistlerin verdiği pozları vererek bolca fotoğraf çektirdik, ayrıca peşimize düşen yerel fotoğrafçı da bizi çekti. Sonunda fotoğrafları albüm haline getirip dijital kopyaları ile bize sattı. Fotoğraflar çekilirken kendimizi Side'de akşamüzeri güneş elindeymişçesine pozlar veren Rus turistler gibi hissedip bol bol güldük.
Bahçeden yavaş yavaş ilerleyerek binaya doğru yürürken minicik sincapları gördük. Daha sonra bunları şehrin pek çok yerinde göreceğimizi henüz bilmiyorduk. Binanın dört yanında yer alan minareler ( öyle bir açı ile yapılmıştır ki) deprem olsa yapının üzerine değil boşluğa düşecek eğim ile inşa edilmiş. Mezarın sağ ve sol tarafında iki adet cami inşa edilmiş,camilerden birisi sadece simetriyi sağlamak için. Hindistan'ın diğer bölgelerinden ve Orta Asya'dan getirilen malzemeler için bin filden bir filo oluşturulmuş. Kullanılan kırmızı taşlar Fatehpur Sikri'den, yeşim ve kristal Çin'den, turkuaz Tibet'ten, safir Sri Lanka'dan kara elmas ve akik Arabistan’dan, pırlantalar ve diğer değerli taşlar ana vatanlarından buraya getirilmişler. Ana malzeme beyaz mermer Rajastan'dan getirilmiş. Beyaz mermer üzerine bütün bu değerli ve yarı değerli taşlar kakma ile işlenmiş. Herbiri muhteşem süslemeler bunlar, rengarenk çiçekler, kuşlar. Mermerden oyulmuş nefis çiçek figürleri var. Blok mermerden yapılmış pek çoğu, üstelik bu mermer inanılmaz sert. Yapılar akıl alır gibi değil. Müthiş emek, para ve inanç ancak bu yapıyı inşa edebilir.
Mümtaz Banu kocasının sarayının tam karşısında son uykusuna yatmış, aralarında sadece Yamuna nehri var. Karşılıklılar ama ulaşılmazlar. Kraliçe Banu gerçekten son dileğinde olduğu gibi tüm dünyanın bildiği eşi benzeri olmayan ve her daim kocasının görebileceği bir mezarda yatmakta. Anıt mezar ile ilgili teknik bilgiyi Hindistan'la ilgili hemen her yazıda okuyabilirsiniz. Beni asıl düşündüren Mümtaz Banu'nun 14. çocuğunu dünyaya getirirken kanamadan ölmesi. Şah Cihan Mümtaz Banu aşkının maddesel simgesi olan Taj Mahal inanılmaz bir yapı, üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen tüm ihtişamı ile Agra şehrini süslemeye devam ediyor.
Tarihte olagelmiş olayların sonradan efsaneleştirilerek anlatılması çok yaygındır hepimizin bildiği gibi. Kraliçenin tedavi edilemez bir hastalıktan öldüğünü düşünüyordum oysa 14. çocuğunu dünyaya getirirken ölmüş. Bunu öğrendiğimde garip bir duyguya kapıldım, sanki kraliçe Şah Cihan'dan ölüm nedenini unutmaması ve her gün hatırlaması için bu anıt mezarı istemiş gibi geldi. Belki kadınca bir hisle düşündüm, ‘böyle olmalı’ diye ve Şah Cihan 'da duyduğu vicdan azabından mezarı elinden geldiğince özenli, sanatsal ve ulaşılmaz inşa ettirdi.
Son yıllarını oğlunun kendisini hapsettirdiği odadan Taj Mahal'i seyrederek ölmesi de bende “ ilahi adalet tecelli etti” hissi yarattı ya da ben hikayeye bambaşka bir yorum yaptım kendimce ve kadınca.

17 Aralık 2014 Çarşamba

ÇOCUĞUNUZ DOĞA VE SİZ

Biz küçükken anne babamız bizi sokaktan içeri sokmak için uğraşırdı. Şimdi ise çocuğu sokağa, doğaya çıkarmak için çaba sarfediyoruz. Peki bilgisayar dünyasının hakim olduğu günümüzde onlara doğayı nasıl cazip hale getirebiliriz? Ben hep doğayı ve doğada olmayı sevdim. Geçen gün bir sohbet de küçükken kızımla doğada neler yaptığımızı anlattığımda arkadaşım mutlaka bunları paylaşmalısın dedi.
Bir kütüphaneyi ziyaret etmek sizi ya çok heyecanlandırır ya da çok sıkar. Raftan alacağınız bir kitap sizi başka diyarlara götürebilirken, sessiz- kasvetli ortam sizi boğabilir de. Bir ormanda yürüyüş yapmak, bir müzeyi ziyaret etmekte bir kütüphaneyi gezmek gibidir. Müzeyi dolaşırken her yer taş, ormanda yürüyüş yaparken her yer ağaç da diyebilirsiniz, yeni keşiflerde bulunmanın heyecanıyla zamanı da unutabilirsiniz. Bu nasıl gezdiğinize ve onun dilini ne kadar bildiğinize göre değişir. Her ağaç, yerdeki her iz doğru okumayı bilirsek bize başka mesajlar verir. Her keşifte yenileri için bizi heyecanlandırır.
Antalya'da olmak doğayla kucaklaşmak için elbette büyük şans. Bu doğa sevgisinin ileriki yaşama da ne kadar etkili olduğunu kızımın SBS sınavında gördük. Kızımın öğretmeni eşime siz bu kıza dikkat eğitimimi aldırdınız dediğinde eşim hiç düşünmeden direk hayır demiş. Çünkü hiç böyle bir eğitim almamıştı. Bunu bana anlattığında ben hayır eğitim aldı dediğimde eşimin yüzündeki ifadeyi tahmin edersiniz. Bende ona küçükken yaptıklarımızı hatırlattım.
Kızımla küçükken deniz kıyısına gider küçük taşlar toplardık. Bir gün yuvarlak beyaz , başka bir gün siyah yassı diğer bir gün ise kahverengi şekilsiz taşları bulmak için yarış yapardık. Bugün geriye baktığımda o gün için bilinçsiz olarak yaptıklarımız çocuğun baktığı yerdeki farkları görmesini sağlayan çok etkili bir faaliyetmiş.
Peki doğa muhakeme yeteneğimizi geliştirmek için bize yardımcı olur mu? Çocuğunuzla bir gün bir dere, nehir kıyısında yürüyüş yapın. Sudaki taşlardan bir tanesini alıp inceleyin. Etraftaki taşlar köşeliyken sudaki taşlar yuvarlaktır. Sudaki taşların su gücüyle aşınarak top gibi yuvarlak hale dönüştüğünü keşfetmek onu çok mutlu edecektir. Ama bir sonraki gezinizde deniz kıyısında çıkıntılarından kurtulmuş ama bu sefer top gibi olmak yerine yassılaşmış taşlara bakın. Her ikiside suyun etkisiyle pürüzlerinden kurtulmuş. Ancak bir tanesi yuvarlakken bir diğeri neden yassılaşmış? Çocuğunuzu denizin kıyısına oturtun ve denizin hareketlerini gözlemlerken bir taraftanda nehiri ve onun hareketlerini düşünmesini isteyin. Arada ne fark var ? Nehir hareketi tek yöne olduğu için taşlar yuvarlak şekil alırken , denizin gel git hareketleri nedeniyle taşlar yassılaşır bizde böylece çocuğumuzla denizde taş sektirme yarışı yapabilirsiniz. Antalya'da yaşıyorsanız Boğaçay'ın denize döküldüğü yer veya Adrasan koyunun sol tarafında çayın denizle buluştuğu nokta bu inceleme için çok uygun yerler.
Deniz kıyısına gelmişken deniz kabukları toplayın şekillerinin, renklerinin ve boyutlarının ne kadar farklı olduklarını görecekesiniz. Bunlardan topladıklarınızın bir kısmını bir sonraki haftasonu için hobi malzemeleri dükkanından aldığınız ham çerçeveyi çocuğunuzla istediğiniz renk veya renklere boyadıktan sonra üzerine yapıştırın. İçine koyacağınız o güne ait güzel bir fotoğraf sizin için unutulmaz bir anı olacaktır. Başka bir tatilde yurtdışından gelen ve bir çok tatil beldesinde satılan okyanuslardan toplanmış dev deniz kabuklarından alarak aradaki farkları , nedenleri tartışmak çocukların denizin bile aynı olmadığını anlamasını sağlayacaktır.
Bir pazar günü bir çakmak, bir çakı, taze ekmek ve bir kangal sucukla sırt çantalarınızı alıp bir ormanda yürüyüşe çıkın. Antalya'da bunun için bir çok olasılık var ve bir çoğu çam ormanı. Çam ormanlarını gezerken ağaçların altında hemen hemen hiç yeşillik olmadığını fark edeceksiniz. Bunun sebebi çam yapraklarının asidik özelliğinden dolayı toprakta çim, ot vb yetişmesine izin vermemesidir. Bu kuru yapraklar özellikle yazın ortama atılan bir izmaritin, bırakılan bir cam şişenin veya piktikte unutulan kırık bir cam bardağın çabucak büyük bir yangın çıkarmasına neden olur. Eğer ormana yazın giderseniz elinizde götüreceğiniz büyüteç ve bir parça kağıtla yapacağınız deney bunu çocuğunuzun hafızasına unutulmamak üzere kazıyacaktır. Yaz veya kış ormanda toplayacağınız kozalaklarla , etraftaki taşlardan yapacağınız ocakla , bulduğunuz dalları yontarak sucukları geçireceğiniz şişlerle yakacağınız ateş ve bunu yaparken ateşin etrafa yayılmasını önlemek için alacağınız tedbirler çocuğunuzun kendisini tam bir doğa kaşifi olarak hissetmesini sağlayacaktır. Bu keşif sırasında ise ormanı tanıyacak , ondan nasıl faydalanacağını ama bunu yaparken ona nasıl zarar vermeyeceğini öğrenecektir.
Asıl önemli soru aynı soruya aynı cevapları veren çocuklar mı farklı bakmayı bilen çocuklar mı yetiştirmek istiyoruz? Orman yürüyüşünde çocuğunuza ağaçların üzerindeki yosunlar hangi yönü gösterir sorusuna birazcık bu konuya ilgisi olan herkes gibi gururlanarak kuzey diyecektir. Bu doğru ve faydalı bir bilgi ama bizim amacımız sorulara , olaylara farklı bakmasını sağlamak ise hedefimiz “hangi yarım kürede ?” sorusunu soran çocuklar yetiştirmektir. Bunu başarmış kişi sayısını görmek istiyorsanız bu bilgiyi doğrulamak için araştırmanızı öneririm.







1 Ekim 2014 Çarşamba

BÜYÜK BALIK AVI

Sabah saat 04.30'da herkesin uykusunun en ağır ve zevkli olduğu anda uyanmış hazırlanıyordum.Dışarısı zifiri karanlık, telefonumda bir mesaj "geldim”. Az sonra televizyonlarda gördüğümüz , burnumuzun dibinde olan , bugüne kadar varlığından haberimizin olmadığı büyük balık avı için yoldaydık. İkimizde inanılmaz heyecanlıydık. Adrasan'a vardığımız da hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. İnanılmaz bir manzaraydı, o anı görmek , o çam ormanlarının kokusunu içine çekmek için bile erken kalmaya, o kadar yola değerdi.

Teknemizle küçük dalgalar yaratarak koydan uzaklaşırken bir taraftan da balık avında neler yapmamız gerektiğini dinliyorduk. Daha yeni oltalarımızı suya bırakmıştık ki ilk palamut oltamıza takıldı. 15 dakika içinde 6 tane derya kuzusu palamut kovamızdayken , Menderes bey “ artık büyük balık için hazırız dedi”. Az sonra biz oltalarımızı toplarken, kendisi büyük balık avı için palamutu yem olarak hazırlıyordu. Bizim düne kadar tutup eve götürdüğümüzde böbürlendiğimiz palamutlar sadece bir yem olacaktı.

İlk oltayı Necati attı , yaklaşık yarım saat güneşin doğuşunu izleyip, Adrasan'ın koyu lacivert berrak sularında dolaşırken ara ara oltamızın tırtıklandığını hissettik. Artık yem kalmadı çekelim mi, bakalım mı derken bir anda bir ses duyuldu “aldım”. Oltamız hızla aşağı gitmeye başladı, inanılmaz bir güç ve sesti. Artık mücadele başlamıştı. Bu savaşı ya o, ya biz kazanacaktık. Her iki tarafta kararlıydı. Önce balığı biraz açığa sürükledik ve oltamızı yavaş yavaş sarmaya başladık. Bazen biz sardık onu yukarı çektik , bazen o hızlıca geri çekti. Yaklaşık 15 – 20 dakikanın sonunda o muhteşem parlaklık göründü. Tekneye aldığımızda yaklaşık 6 kiloluk bir akya tutmuş olduğumuzu gördük. Bu Necati'nin trofesiydi (balıkçılıkta; kişinin o güne kadar tuttuğu en büyük balık). Necati gördünüz mü hiç videolardaki gibi olmadı 2-3 dakikada çektim deyince gülmeye başladık. Çünkü balığı çekerken zaman zaman ciddi zorlanmasını , sol koluna kramplar girmesini çok çabuk unutmuştu.
Bu sefer sıra bendeydi ,ikinci palamutu takıp tekrar dolaşmaya başladık. Ama ben o kadar şanslı bir günümde değildim. Yarım saatin sonunda oltama takılan yaklaşık 3 kg'lık bir balon balığıydı. Sıra tekrar Necati'ye gelmişti. Bir taraftan kahvaltımızı yapıyor, bir taraftan sohbet ediyorduk ki ilkinden çok daha büyük bir vınlama sesiyle olta salınmaya başladı. Durdurmak mümkün değildi. Bu sefer oltayı çekmem , o heyecanı yaşamam için Necati bana uzattı. Hatta sonra bu hareket günün esprisi oldu “ oğlum al çek oltayı”. Bu sefer benim balıkla savaşım başlamıştı. Ne kadar oltayı sarmaya çalışsam da olta sürekli balıktan tarafa gidiyordu. Bir taraftan balığı açığa sürüklemeye çalışıyor, bir taraftan da misinayı gergin tutmaya çalışıyorduk. Yaklaşık 5-10 dakikalık savaşın sonunda bu sefer kazanan balık olmuştu. Elbette kaçan balık büyük olur. Yoksa nasıl kaçabilsin.
Birkaç saat daha dolandıktan sonra Adrasan'a döndük. Kıyıya vardığımızda artık gün iyice ağırmış, insanlar denize girmeye başlamıştı. Elimizdeki kocaman balığı gören birçok kişi hayranlıkla yanımıza geldiğinde biz büyük avcıların koltukları da tekrar kabarmıştı.
Denizin üstünde ,temiz havada, dünyanın tüm kirliliklerinden uzakta doğayla geçen bir günü kocaman bir akya ile taçlandırmak ise günün ödülüydü. Büyük balıkçıların günü elbette ailelerimizle balık restoranında bitti.

EVEREST'İ HİSSETMEK


Everest'in ismini telafuz etmek bile insanı etkiler. Hele hele ona tırmanmak , dünyanın zirvesinde olmak , 8.800 metrenin üzerine çıkmak. Bunlar birçok insan için sadece hayal edilebilir.

Everest zirve tırmanışı Tibet veya Nepal tarafından hava şartlarına bağlı olarak yılda 20 veya 30 kere yapılabiliyor. Bir tırmanışta da ortalama 8 -10 kişi olabiliyor. Çıkış süreci ortalama 1 – 1,5 ay sürüyor. İlk önce 5.350 metredeki ana kampa ulaşıyorsunuz ,bunun anlamı Ağrı dağının zirvesinden tırmanmaya başlamak demek. Vücudunuz alışması için birkaç gün kaldıktan sonra bir sonraki 1. kamp bölgesine yürüyüşler başlıyor. Çıkıp iniyorsunuz, daha sonra vücudunuzun kan hücre sayısını arttırmak için 700-800 metredeki yakın şehirlerden birisine iniyorsunuz. Birkaç gün konakladıktan sonra geri dönüp 1. kamp-2. kamp arası iniş çıkışlar başlıyor. Daha sonra ana kampa dönüş, yeni hedef 2.kamp-3.kamp arası iniş çıkışlar. Ana kampa bazen daha aşağı inip tekrar vücudun dengelenmesini beklemek. 3.-kamp -4. kamp arası tırmanışlar, tekrar daha aşağılara iniş ve 4.kamptan zirve tırmanışı. İnsanoğlunun fiziksel ve psikolojik tüm limitlerini zorlayan, inanılmaz düzeyde adrenalin salgılanmasına neden olan , tüm dağcıların haç ziyareti olarak tanımladığı Everest'in zirvesine ulaşmak. Bir kişinin tırmanış maliyeti ortalama 100-150 bin amerikan doları.

İnsan tüm bunları dinlerken, okurken bile insan kanının çekildiğini, havadaki oksijenin azaldığını , soğuğun yavaş yavaş kemiklerine işlediğini ve rüzgardan kirpiklerinin donmaya başladığını hissediyor. En azından ben Kathmandu'da eski şehirdeki bir cafede oturup yerel rehberimizle bu tırmanışın kısa hikayesini dinlerken öyle hissetmiştim.

Peki ben nasıl ulaşabilirdim zirveye, nasıl onu hissedebilirdim. Ne zamanım, ne o kadar param, ne de o kadar fiziksel gücüm vardı. Rehberimiz neden uçakla etrafından dolaşmıyorsunuz dedi.Ben kararsızken, eşim “evet mutlaka görmek istiyoruz” diye atıldı. Telefonla rezervasyonlarımız yapıldı. Sabah 5'de otel lobisinde olmak üzere ayrıldık. Sabah gün ağırırken Tribhuan havalanına doğru yola çıktık. Bizim için çok erken bir saat olmasına rağmen asyadaki birçok ülke gibi hayat çok erken saatlerde başlamış, yollar işe, okula gidenlerle doluydu.

Havaalanına gelince aracımız iç hatlar yönüne döndüğünde bizi oldukça bakımsız bir yoldan

Türkiye'nin çok eski yıllardaki şehir otogarlarına benzeyen bir binaya götürdü. Biletlerin satıldığı binanın dışında kırık dökük sandalyelerde rehberimizin biletlerimizi getirmesini bekledik.

Biletlerimizi alıp, güvenlik kontrolünden geçip iç hatlar salonunda beklemeye başladık. Bizim gibi uçağı bekleyen diğer turistlerle sohbet etmeye başladık. Amerika'lı çift tam 4 gündür sabah erkenden kalkıp gelip, bekleyip, kahvelerini içip geri dönüyorlarmış. Çünkü Everest'in zirvesi nazlı gelin gibi size her zaman yüzünü göstermiyor. Tur şirketleri de Everest'i gösteremezse ücreti geri ödeyeceği için garanti görüş olmadan havalanmıyor. Yaklaşık 1 saatlik beklemenin sonunda mutlu haber o yöne uçuş yapan iç hatlar pilotlarından geldi, “Everest bizi bekliyor”.
Turu yapan iki şirket var. Bizim şirketimizin adı “Yeti Airlines” .Her ikisi de benzer uçakları kullanıyorlar, uçaklar diğer zamanlarda iç hatlar uçuşu yapıyor. Uçağımız 20 kişilik, ufak , pervaneli. 10 koltuk sağda, 10 solda. Çok uzun boylu olmamama rağmen ben uçağın içinde dik olarak ayakta duramıyordum. Uçağa binince hostesimiz uçağın güvenlik kurallarını anlatıp, şekerlerimizi ikram etti. Artık havalanmaya hazırdık. Yavaş yavaş uçak pistten ayrılmaya başladığında herkesin yüzünde Everest'i görecek olmanın heyecanı ve aynı zamanda bu uçakla sağ salim geri dönebilecek miyiz endişesi çok net okunuyordu. Kathmandu – Everest arası yaklaşık 160 km. Uçağımız havalandığında yavaş yavaş Himalayaların muhteşem manzarası pencerelerimizden görünmeye başladı. Biz sağa sola bakınırken ne kadar geçtiğini bile anlamadan pilotumuz Everest'in göründüğünü ve sol tarafa bakmamızı söyledi. Eşimin o andaki heyecanı ve “Everest , Everest” deyişi inanılmazdı. Daha da yaklaştığımızda pilot sırayla hepimizi kokpite aldı, Everest'in fotoğraflarını çektik ve koltuklarımıza döndük. Tekrar etrafından bir tur attıktan sonra dönüş yolunda Himalayaların üzerinde süzülürken hem o muhteşem manzarayı hem de uzaklaşan Everest'i izledik.
Onu görünce Nepal'de yerel adı "Sagarmatha" olan Everest'e neden "Dünyanın Ana Tanrıçası" denildiğini,o inanılmaz meşakkatli tırmanışı, bu uğurda hayatlarını kaybedenleri ve bunu hayal edenlerin neden bu kadar arzulu olduğunu açıkça anlayabiliyorsunuz. Budizm, dağlar ve soyut değerler Nepal'de öylesine bir arada yoğrulmuş ki her noktasında içinizi sadece huzur kaplıyor.






7 Mayıs 2014 Çarşamba

HALONG BAY


HALONG BAY

UNESCO'nun dünya mirası olarak kabul ettiği Halong Bay'ı görmek ve en az bir geceyi gemide geçirip gün batımı ile doğumunu seyretmek mutlaka yaşanması gereken bir deneyim.
Halong Bay “doğanın sanat eseri” olarak tanımlanabilir. Bu yeryüzü cennetinde gemi sessizce adaların arasında süzülürken insanın içini tarifsiz bir huzur kaplıyor. Viyetnam'ın kuzey doğusunda yer alan bölgeye ulaşımın en kolayı havayolu ile Halong şehrine uçmak. Burada indiğinizde birçok organizasyon şirketi bulma şansınız var. Turlar genelde 1 veya 2 günlük ama isterseniz 6 günlük özel organizasyonlar mümkün. Biz maalesef sadece 1 gece kalabildik. Orada bulunduğumuz sürece dünyayı merak eden herkesin burayı görüp hissetmesini canı gönülden diledik.
Birçok kaynakta farklı ifade edilmekle birlikte 2 - 3 bin küçük adacıktan oluşmaktadır. Viyetnam kültürüne göre hepsi bir canlıya veya olaya benzetilerek bine yakınına isim verilmiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse ; turkuaz sularda gezinen bir ejderhaya benzetilen adanın adı “Dragon Island”, ana karaya bakan insan silüetine benzeyen “Man's Head Island” gibi. Adaların şekli güneş ışığının geliş açısı ve sizin adaya baktığınız yöne göre değişmekte. Bu adalar topluluğu bizim Kapadokya'nın deniz de oluşmuş çok daha büyük hali olarak düşünebilirsiniz. Oluşum şekli de oldukça benzer. Buradaki adaların yapısı da kalker ve kireç taşından oluşuyor.






Bilim adamları için de oldukça zengin bir bölge. Biyolojik olarak tuzlu suda yaşayan ormanlar, mercan resifleri, insanın yaşamadığı adalarda farklı hayvan türlerine ev sahipliği yapan birçok tropikal bitkiyi bulmak mümkün. Ayrıca arkeolojik açıdan da insanın ilk varoluşuna ait izlerin bulunduğu Dong Mang, Xich Tho gibi bölgeler çok değerli.
Gemideki seyahate gelince; su çok durgun olduğu hiç sarsılma hissedilmiyor, deniz değil de nehirde seyahat ediyor hissi veriyor insana. Kamaralarımız oldukça ferah, içinde her türlü konforu bulmak mümkün, küçük balkonuda günlerdir süren koşuşturmanın aksine dinginliği yaşayabileceğiniz şekilde dekore edilmişti. Teras uzanmak, güneşlenmek ve bir şeyler okumak için çok uygun. Ama şezlonga uzanan herkes önceki günlerde yaşanan koşuşturmanın yorgunluğu ve ortamın dinginliğinden biraz sonra tatlı bir uykuya dalıyor. Arka güvertede güzel bir şarap eşliğinde ortamın şiirsel güzelliğin keyfini sürmek hem de keyifli sohbetler yapmak sanki ömrümüze ömür katıyor. Yemek salonu oldukça rahat, her tarafı camla kaplı olduğundan dış ortamdan kopmadan lezzetli deniz ürünlerini yeme şansı bulabildik üstelik yemek öncesi yerel bir et yemeğini yapmayı öğrendik.






Halong Bay gezisinin sabahında mutlaka gün doğumundan önce uyanmalısınız. Güneşin doğuşunu izlemek için dünyada sayılı yerlerden birisi burası ve üst güvertede uzak doğuya özgü sabah sporunu hep beraber yapmak çok keyifli bir güne başlangıç oluyor.. Gerçekten insanı çok güzel uyandıran, sabah mahmurluğunu alan ve güne zinde başlamanızı sağlayan bir aktivite ardından hafif bir kahvaltı.





Bu yolculuk sırasında küçük bir kumsalda denize girme şansınız var. Deniz Akdeniz’in berrak suyuna göre biraz bulanık, tuz oranı düşük ve ağır bir suyu var. Uzun uzun yüzmekten çok vücudu rahatlatan bir aktivite ama mutlaka öneririm. Kumsalda uzun kalırsanız çeşitli spor aktivitelerine katılabilir, ufak kafede sıcak veya soğuk bir şeyler içip ortamın keyfini sürebilirsiniz. İsteyenler bunu yerine adanın zirvesine tırmanıp oradan manzarayı seyredebilirler. Yüksek bir bölgeden etrafı izlemek doğanın bu harikasını farklı bir boyuttan algılama şansı veriyor.





Aynı zamanda adaların içinde birçok büyük mağarayı da gezme şansınız var. Bunlar, Thien cung , Dau Go ,Sung Sot ve Tam Cung . Adaların kalkerli taşlardan oluşması zaman içinde suyun devasa mağaralar oymasını kolaylaştırmış. Mağara deyip geçmeyin inanılmaz büyük mağaralar. Gemiden ayrılırken mutlaka kaymayan bir ayakkabı giyin ve yanınıza su alın. Mağaraların içinde özellikle tavandaki şekilleri bir çok hayvan veya olaya benzetebilirsiniz. Hayal gücü zengin olanlar için dışarısı da içerisi de harika. Çocukken gökyüzündeki bulutlara bakıp hayal kurmak gibi halimiz. Mağaranın bir ucundan girip inişli çıkışlı uzun bir yoldan sonra mağarayı adanın oldukça yüksek bir noktasında terk ediyoruz. Bizi en çok etkileyen mağaradan çıkarken gördüğümüz manzara. Tüm adalar ayaklarınızın altında uzanıversek her birine dokunuverecekmiş gibiyiz, tek kelimeyle masal kahramanıyız her birimiz yüreğimizde kendi masallarımız gizli.








Sabah kahvaltısında sonra kayıklara biniyoruz. Her bir kayık yaklaşık 10-15 kişi alıyor ve ufak tefek bir Viyetnam'lı kullanıyor. Durgun suda usul usul süzülerek küçük bir girişten geçip adanın içindeki göl gibi bir alana geliyoruz. Sessizliğin tarifi içinde bulunduğumuz an olsa gerek. Etrafı tamamen dağlarla çevrili bir küçücük geçitten denize bağlı bir göl burası ve sadece maymunlar yaşıyor. İnanılmaz dingin ve sakin bir ortam. Kendinizi sanki başka bir dünyaya ışınlamış gibi hissediyorsunuz. Hani bazı anlar vardır sonsuza kadar o anda yaşamak istersiniz işte o duygu ile canımız hiç ayrılmak istemiyor bu cennet parçasından.







Seyahat süresince küçük kayıklarda birçok balıkçı görebilirsiniz. Bölgedeki insanlar karada değil koylarda denizin üstüne kurulmuş küçük evlerde yaşamayı tercih ediyorlar. Karada insan yaşamı yok.








Elbette bakkal ve bakkalın dükkanda oynayan çocuğu da var.





Benim sevgili kızım görev sorumluluğu ile bu güzel güvertede öğretmenlerinin verdiği ödevleri yaptı.





Yazıyı tekrar okuduğumuzda “keyif”, ”harika” ve “ dinginlik” kelimelerini çok kullanmış olduğumuzu gördük. Önce bu kadar tekrarı düzeltmemiz gerekir diye düşündük ama hemen vazgeçtik çünkü o zaman Halong Bay'ı sizlerle doğru şekilde paylaşamazdık.